15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin ardından çıkarılan Kanun Hükmünde Kararnameler ile (KHK) görevlerinden ihraç edilen binlerce akademisyen ve bürokrat Türkiye’yi terk etmek zorunda kaldı.
Türkiye’nin eğitimli, yetişmiş kadroları hapis ve hücre cezalarına çarptırılarak çıplak aramalara maruz bırakıldı. Onlarca ay hapis ve hücre hayatına maruz kalmalarından dolayı, gittikleri her kapıdan geri çevrildiler. Yaptıklarının karşılığı olarak; gördükleri bu vefasızlık karşısında vatanlarını terk etmek zorunda kaldılar.
Bunlardan biri de Türkiye’de Adalet Bakanlığında Adalet Uzmanı olarak çalışıp Aralık 2016 da tutuklanıp çıplak aramanın ardından 15 ay Sincan Cezaevi’nde kalan Türkiye’nin değerli bürokratlarından Servet Erdil’di. Hollanda’da yeni hayatına devam eden Erdil, yaşadıkları süreci Tr724’e anlattı.
‘ASLA VATANIMIZA İHANET ETMEDİK’
‘Sahabeler ve yazarlar memleketi’ olarak tanımladığı Diyarbakır’da dünyaya geldiğini belirten Servet Erdil, ihanet suçlamalarına tepki gösteriyor: “İlk orta ve lise tahsilimi Diyarbakır’da tamamladım. Daha sonra Lisans eğitimimi de işletme bölümünde okudum. Hollanda’nın tabiri ile ekonomi ve finans bölümünü bitirdim. Üniversite tahsilimin ardından maliye bakanlığı ve adalet bakanlığının uzman kadrolarında çalıştım. Konuşmamın başında şunlara değinmek istiyorum. Hollanda’ya iltica eden bir insan olarak, geçmişten bugüne tevarüs eden Diyarbakırlı olmamın hassasiyeti ile, babamın bize büyük bir mirası var. Babam halen hayatta. Allah uzun ömürler versin İnşallah. Hep bize şu tavsiyelerde bulundu. İnsanın hayatında üç tane sac ayağı var der. Ve o üç sac ayağından bir tanesi insanın yapmış olduğu işine karşı bir ihanette olmaması. İkincisi insanın eşine karşı ihanette olmaması. Ve son olarak devletine karşı bir ihanet içerisinde olmaması. Biz hep bu aile terbiyesi ile büyüdük. Bugünden geriye baktığımda babamızın en büyük mirası bu aslında.
Bu devletin çatısından bir tuğla düşmesin. Düşecek ise o da benim başıma düşsün. Fakat yere düşmesin derdim. Hep bu hassasiyet ile ülkeme vatanıma, milletime bu bağlılık içerisinde oldum. Bu çizgiden hiçbir zaman şaşmadım. Bu çizgiden de hiçbir zaman ayrılmayı düşünmedim. Bugünden sonra da böyle olacağı kanaatindeyim. Yani Türkiye’de birtakım olumsuzluklar yaşadım. 15 Temmuz hadisesinden yaklaşık 4 ay sonra, evimize sabah 05:00 sularında gelen polislerin baskını ile uyandık. Aslında o sıralar görevimin başında çalışıyordum. Adalet Bakanlığında, Adalet Uzmanı olarak çalışıyordum. Gerek iç denetim birimlerinde gerek idari mali işler başkanlıklarında bulunduğum sıralar idarecilik yaptığım zamanlarda oldu. Başarımızdan ve işteki terbiyemizden dolayı, bölümler arası değişiklik olduğunda plaketler sunuldu. Amirlerimiz tarafından hep taltif edildik. Hoş karşılandık. Adalet Bakanlığı çalışanlar ve personelleri ile güzel de ilişkilerimiz vardı. İş hayatım samimi bir havadaydı, bürokrasinin dışarıdan bakılan o çatık kaşı benim çalıştığım birimde yoktu. Hatta çalışanlarımı şiir söyleyerek uğurlardım. Sosyal medya aracılığı çalıştığım birimde bir arkadaşıma, youtebe kanalı açtığımı; artık şiirlerimin kanalımda yayımladığımı söyledim ve şiirleri canlı okuyamadığım için, artık beni you tube kanalından takip edebilirsin dedim.”
EVE GELEN POLİSLERE SABAH KAHVALTISI HAZIRLADIK, ONLAR EVİN ALTINI ÜSTÜNE GETİRDİ
Neden tutuklandığını ne ile suçladığını bir Adalet Uzmanı olarak hala bilmediğini vurgulayan Servet Erdil, gördüğü muameleyi şöyle dile getiriyor: “Ben sadece mahkemeye tutuklanmak üzere çıkarıldım. Ve sonrasında bir daha ne savcı, ne hakim ve ne de bir daha mahkeme çalışanlarının yüzünü görmedim. Aralık 2016’da bir gözaltı sürecim oldu. Polis sabah evimize geldi. Hakkınızda bakanlıkta bazı şikayetler var. Detay veremeyiz, bu konuda savcılık tarafından ev araması ve yakalama kararı var dediler. Biz şok olduk. Ben sabah normalde işe gidecektim. Hayat normal seyrinde devam ediyordu. Bu arada eşimde çok nezaket gösterdi. Gelen polislere kahvaltı hazırlaması ve çay ikram etmesiyle çok değişik bir havada oldu. Polisler ev aramalarında tüm evin altını üstüne getirerek aramaları bize göre hiç hoş bir davranış değildi. Yazıya ve şiire meraklı biriyimdir bu sebepten yazılarım ve şiirlerimle bayağı bir vakit harcadılar. O yazılarımı o arama sürecinde okumak zorunda kaldılar. Bazı yazı ve şiirlerime el koymak istediler. Polislere gizli saklı bir şeyimiz yok, herşeyimizi alabilirsiniz dedim. Polislere kâğıtta yazdıklarımın her zaman arkasındayım dedim. Sonra da bilgisayarlarıma telefonuma ve dijital başka materyallerime hepsine elkoydular ve beni gözaltına aldılar. Ankara emniyetinde 10 gün nezarethanede tutuldum.”
BİR SU ŞİŞESİ BİZE YASTIK OLDU
Ankara’daki gözaltı sürecinin çok zorlu geçtiğini hatırlatan Adalet Uzmanı Servet Erdil, “Bu 10 günlük süre içerisinde ailem ile bağım koptu. Onlar ile iletişim kuramadım. Gözaltındaki koşullar son derece kötüydü. Çok küçük bir odada 15 metrekarelik bir odada 18 kişi kaldık.19. kişi odaya sığamadığı için koridorda kalmak zorunda kaldı. Yastık ve yorgan yoktu. Yani hayatınızı idame edebileceğiniz hiçbir şey yoktu. Hatta bir arkadaşım elindeki: Bu su şişesine çok şeyler borçluyum bana yastık oldu demişti. Bir su şişesi bize yastık olmuştu. Betonda yerde yatmak zorunda kalmıştık. Ağır bir travma idi. Bunu atlatmamız zordu. Aslında bunları unutabilirim belki bir zaman, ama o nezarethanede işkence çığlıklarını hala unutamıyorum. Bu olanlar Anakara Emniyetinde Mali Suçlar Şubesi’nde gerçekleşti. TRT’den, basından bir arkadaşa ciddi işkenceler yaptılar. Ayrıca Diyanet'te görevli bir imama da çok işkence yaptılar. Onun yanında nezarethane koridorlarından çok şiddetli işkence ve inleme sesleri geliyordu. Bizim bu çığlıklar karşısında ciğerlerimiz parçalanıyordu. Bizler aynı zamanda korkuyu yaşıyorduk. Gerçekten kolay bir hadise değildi. Orada iki polis sizin kolunuza girerek sabah akşam işkence yapacak korkusu beklemek ve yapabilirlerdi bunu. Yaşamak o ortamda çok zordu.” diyor.
NEZARETHANEDE İŞKENCE SESLERİ
Türkiye’de işkence ve çıplak arama yok diyenlerin aksine bizatihi Başkent’te Ankara Emniyetinde işkenceye maruz kaldıklarına değinen Servet Erdil, o günleri şöyle anlatıyor: “İşkence ve çıplak arama yok denmesi son derece asılsız ve gerçekten çok uzak. Çünkü ben nezarethanede 10 günü işkence sesleri altında zor şartlar altında geçirdim. Bir bayan vardı nezarethanede. Yeni doğmuş çocuğu vardı. 10 gün boyunca çocuğunu göstermediler. Her gün su matarasına sütünü sağarak bebeğine veriyordu. Hatta koridordan geçerken bayıldığı bile oldu, yere düştü kafasını çarptı. O koridordan geçerken, koridorda nöbet tutardık, Onun düşmemesi bir zarar görmemesi için. O yönü ile çok ağır travmalar geçirildi. Gözaltında 3 kişinin kalacağı bir odada biz yaklaşık 20 kişi kalıyorduk. Yatak ve yorgan yok böyle bir yerde 10 gün kaldım. Polisin muamelesi çok sertti. Bize itirafçı olmamızı pişmanlıktan faydalanmamızı, pişman olursak buradan çıkabileceğimizi telkin ediyorlardı. Kimse buna tenezzül etmeyince polis ağzını bozup bizlere küfürler savurmaya başlıyordu. 10 gün boyunca küfür seansı ile karşı karşıyaydık. Yiyecekler beslenme konusu sıkıntılıydı. Ben de hala bunların bir rüya olduğunu zannediyordum. Beni uyandıran patlayan bir flaş ışığı oldu. Hayatımda karakol ile bir işim olmamıştı. Sadece ehliyet almak için gitmiştim diyebilirim. Gözaltına alınanların önlerine sayılar konularak resimleri çekiliyordu. Benim önüme bir numara koydular, karşımda bir fotoğraf makinesi flaşının patlaması ile uyandım. Nerede olduğumu anlamaya çalıştım. O an benim için büyük bir travma olmuştu. Hiçbir şey ile alakası olmayan, hep dürüst çalışan, amirlerinden taltif alan bir devlet memuru olarak, o gün bende bir travmatik etkiye neden oldu.”
SAVCI, POLİS ARACILIĞI İLE ‘İSİM VER SALIVERELİM’ DEDİ
10 günlük karakol, baskı, işkence ve tehditlerün ardından adliye sürecinin başladığına değinen Servet Erdil, mahkemede hakim ile diyaloglarını şöyle aktarıyor: “Adliye salonunda sabah 08:00’dan akşam 11:30’a kadar Ankara Adliyesinde hâkimin gelmesini bekledik. Yani bir korku filmi gibi. O gün boyunca polislerin baskısı devam etti. İtirafçı olmamız yönünde. Başkalarının isimlerini vermemiz ve daha doğrusu pişman olduğumuz ifade etmemiz yönünde çok ciddi baskıları vardı. Hukukta bir usul vardır, önce savcı ile görüşürsünüz sonra hâkim karşısına çıkarılırsınız. Bunu herkes bilir. Biz o gün savcının yüzünü hiç göremedik. Savcının yüzünü görebilecekler sadece itirafçı olmak isteyenlerdi. Gün boyu savcı polis aracılığı ile sabah 3 kişinin adını vereni çıkaracağız. Öğlen iki kişi ismini vereni bırakacağız. Akşam bir kişinin ismini verince bırakacağız diye söyledi. Buna kimse temessül etmedi. Gece mahkemeye çıkarıldık. Hâkim önündeki listeye inanmayarak bana şöyle baktı. Daha doğrusu sırıtarak. Onun sırıtması hala gözümün önünde. ‘Ne ile suçlandığını bilmiyorsun değil mi?’ dedi. Bir terör örgütü üyeliği ile suçlanıyorsun. Bundan dolayı sizi tutukluyorum dedi. Konuşmak istediğin bir şey var mı dedi. Hayatımda Silahı elime bir kurşun sıkmadım. Silahlı terör örgütü üyeliğini kabul etmediğimi söyledim. Tamam dedi ve elime tutuklama kararını verdi. 12 Eylül dönemindeki mahkeme salonları gözümün önüne geldi. Karşıdaki insanı hiç dinlemeden tamamen matbu bir evrak üzerinden, yargısız infaz yapıldı.”
SİNCAN’DA ÇIPLAK ARAMAYA MARUZ KALDIK
Tutuklanmalarının ardından Ankara’daki Sincan Cezaevi’ne getirildiklerini, 70 kişi kadar olduklarını ve herkesi bir odaya soktuklarını söyleyen Erdil, insan onurunu hiçe sayan muamelelere maruz kaldıklarını ifade ediyor: “25 metrekarelik bir odada 70 kişi kaldık. Hepimiz balık istifi gibi sadece ayağımızın üzerinde duracağımız şekilde kaldık. Bir gün bu şekilde bekletildik. O gece büyük bir işkenceydi. Oda çok havasızdı, kıpırdayacak bir alan yoktu. Ertesi gün özellikle sayın Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun gündeme taşıdığı ve hükümetin bunu çok alaycı bir şekilde reddettiği çıplak aramaya maruz kaldık. Cezaevlerinde çıplak arama yok diyenler yalan söylüyorlar. Çıplak arama yok diyenlerin yolu cezaevine hiç düşmemiştir. Bunların Türkiye gerçeklerinden hiç haberleri yok. Cezaevine girmeden önce benim de tüm elbiselerim çıkartılarak çıplak aramaya maruz bırakıldım. Üzerime bir önlük giydirildi. Vücudum dışardan görülerek Sincan Cezaevi’ne giriş yapmış oldum. O benim hayatımda gerçekten, iffetinizi insanlık onurunuzu hiçe sayan, ayaklar altına alan bir tablo ile karşı karşıya bırakmıştı.
Türkiye’de 15 Temmuz’un akabinde Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde çok üst düzey farklı rütbelerdeki askerler, subaylar, albaylar ve generaller günlerce at ambarlarında çırılçıplak dünyaya fotoğrafları sergilendi servis edilesi. Bunu dünyaya göstere göstere yaptılar. Arka kapılar ardında neler yapmazlar ki. Bunun gerçekten nazara alınmasını istiyorum.
8 KİŞİLİK CEZAEVİNDE 30 KİŞİ KALDIK
15 Temmuz’un akabinde subayların tutuklandığı bir koğuşta kaldım. 8 kişilik kapasitesi olan bir koğuşta yaklaşık 30 kişi kaldık. Aslında cezaevi içerisi apayrı bir dünya. Üstat Necip Fazıl’ın dünyaya kapalı Allah’a açık dediği o zindan dizelerini hissedebileceğiniz bir atmosfer var orada. Oradaki arkadaşlarımızın ruh halleri dışarıdan algılandığı kadar; o dönem için kötü değildi. Tabii şu an süreç çok uzadı. Şu an nasıl durumdalar bilemiyorum ama, aldığım duyumlara göre ümitlerini koruyorlar. Koğuştaki arkadaşlarımız sayesinde koğuşumuz güzel bir manevi atmosferlere sahipti. Bir Beraat kandili gecesinde sabaha kadar ibadet edildiği bir zamanda koğuşta Peygamber Efendimiz’in (SAV) miski amber kokusu gece boyunca iliklerimize kadar hissedildi.
KOĞUŞUMUZDA 24 SAAT KURAN-I KERİM OKUNUYORDU
Kızım ben hapiste iken doğdu. Kızımın ilk altı ayında yanında olamadım. Eşim kızımı cezaevine getirme fikirleri vardı. Fakat cezaevlerinde bu çıplak arama bebeklere kadar indirgenmişti. Eşim şayet senin yanına getirirsem bezini falan çıkaracaklarını şöyleyleyim kızımızın bu şekilde muameleye uğramasını istemiyorum demişti. Bende aynı fikirdeydim, getirmemesini söyledim. Kızımı ancak cezaevinden çıktıktan yani doğumundan 6 ay sonra görebildim. Bu benim ve ailem için hüzünlü bir dönemdi. Benim gibi içerideyken çocuğu doğan başka arkadaşlarımızda vardı. İçerideyken damat olan arkadaşımızda vardı. O arkadaşıma bir düğün partisi düzenlemiştik. Bunun gibi tatlı hatıraların yanı sıra acı ve hüzünlü hatıralarda oldu. Topkapı Sarayı'ndaki 24 saat Kuran-ı Kerim okuma adeti bizim koğuşumuzda aynen 24 saat Kuran okunarak ifa ediliyordu. Herkesin Kuran okuma saati farklıydı. Herkes Kuran nöbeti tutuyordu. Günlük minimum bir hatim okunuyordu. Bazı günler 3 hatim bile bitiyordu. Böyle bir koğuşta kaldım.”
CEZAEVİNDE BİR ÜNİVERSİTE DAHA OKUDUM
Cezaevinde zamanın oturarak geçmediğine vurgu yapan Servet Erdil, o günleri şöyle özetliyor: “Koğuştaki arkadaşlarımız zamanı gerçekten dolu dolu okuyarak değerlendiriyorlardı. Bunun yanında spor yapanlar vardı. Okuma faaliyetini yerine getirenler daha çoktu. Çok sayıda kitaplar okunuyordu. Kütüphaneden iki haftada bir kitaplar isteniliyordu. Koğuşta herkesin bir kitap isteme hakkı olduğundan dolayı, dönüşümlü kitaplar okunuyordu. Bir haftada 2 ila 3 kitap bitiriyorduk. Bende o süreçte hadis ilminde derinleşmeye çalıştım. Riyaz ü Salihin adlı 3 ciltlik kitabım vardı. O eseri defaatle okumayı Allah nasip etti. Bunun yanında başka hadis kitaplarını okudum. Bu şekilde cezaevinde kendimizi yetiştirme imkânımız oldu. 15 aylık tutukluluk sürecimde cezaevinde bir üniversite okudum diyebilirim. Bu üniversitenin adı da Cemil Meriç üniversitesi olabilir. Çünkü Cemil Meriç Külliyatını okuma ve oradan notlar alma fırsatım olmuştu. Tahliye olunca bir kitabım yarım kaldı. Kitaplar ile derinleşme fırsatım oldu. Dışarıda yani dış dünyada onu yapmak çok zordu. Çünkü meşguliyetler çok fazla dışarıda. Cezaevinde telefon ve iletişim araçlarının olmaması, radyonun olmaması televizyonun hiç tercih edilmemesi gibi nedenler kitap okumaya insanı yoğunlaştırıyor.”
HER ŞAİRİN HAYATINDA ZİNDAN HAYATI OLMUŞ
Tutukluluk süresinde sık göremediği kızı için hikâye kitapları yazan Servet Erdil, şu bilgileri veriyor: “Bunlar kitapçık şeklinde küçük hikayelerdi. Kendilerinin 20 yaşına geldikleri zaman okuyacakları mektuplar yazdım. İçeride bayağı bir şiir yazma fırsatım oldu. Elbette geçmişten gelen bir alışkanlıkta vardı bu durum işimi kolaylaştırdı. Bana göre her şairin hayatında bir zindan hayatı olmalıymış, ki çoğu şairin yolu düşmüştür oralara. Cezaevinde onu hissettim. Çünkü kapıların kapanması ve örülü duvarlar insanı kalp ve ruh olarak ayrı buuda taşıyor. Çok ayrı bir frekansta oluyorsunuz. Mistik felsefede buna Nirvana derler. Tasavvufta başka isimler ile adlandırılır. Onu içeride daha çok yaşıyorsunuz. İçeride Mesnevi de bitirmek Allah nasip etti. O da benim için çok güzel bir birikimdi. Bu şekilde onlarca kitabı bitirme fırsatımız oldu diyebilirim. İçeride hacet namazları kılardık. Bir gece hacet namazından sonra namaz kıldıran 50 yaşlarındaki abimizin halindeki değişim beni de etkisine almıştı ısrarla ne oldu abi anlatır misin? diye sorunca : ”Servet dedi bir perde açıldı önümde kıyamdayken Topkapı Sarayında Fatih Sultan Mehmet ile Efendimiz konuşuyorlardı Fatih Sultan Mehmet Efendimize bu kardeşlerimizin haceti var Efendim ne olacak dedi ve Efendimiz (SAV) hacetleri giderilecek dedi.” demişti. Hacet namazlarımızda bir derinleşme ve yakarış hali vardı. Birçok arkadaşımız ile birlikte koğuşta akşam ondan sonra hacet namazları kılardık. Yine akşamlardan birinde Hacet namazı öncesinde bir arkadaşımızın kılacağım namazı kendisinin haceti adına kılmamı istedi. Ben de kendisine içerde kırk günlük programlar yaptığımdan ben 40 gün 40 kapı çaldım hiçbiri açılmadı diyerek nazik bir şekilde başkasına gitmesini söyledim. Hacet Namazı sırasında koğuşun kapısından adımı okudular. Bu tahliye haberiydi. Arkadaşım abi hani 40 gün 40 kapı deyişi hala kulaklarımda Allah Hacet duasına şimşek gibi cevap vermişti adeta.”
HAKKIMDA İDDİANAME OLMADAN 15 AY CEZAEVİNDE YATTIM
Tahliye haberini 14,5 ay sonra doğum gününde aldığını belirten Servet Erdil, sözlerini şöyle sürdürdü: “Cenab-ı Hak o gün bana bir ikramda bulunmuştu. Aslında tahliyemden birkaç gün önce benim bir ay daha tutuklu kalacağıma dair mektup gönderilmişti. Aslında o gece tahliye olmak gerçekten Cenab-ı Allah’ın bir lütfuydu. Hiç beklemediğimiz bir anda oldu. Düşünebiliyor musunuz 15 ay cezaevinde yatıyorsunuz; hakkınızda hiçbir iddianame yok, hiçbir suçlama yok, hiçbir yargılama yok. Ve 15 ayın sonunda sizi burada çok yatırdık deyip, şimdi artık evinize gidebilirsiniz diyorlardı. Bu çok acı bir durum gerçekten. O gece saat 23:30 da Sincan Cezaevi’nin kapısına bıraktılar. Aslında aynı günün gündüzünde eşim ile kapalı görüşte görüşmüştük. Bir ay daha kalacağıma dair bir tebligat yapılmıştı. Doğum günümde eşim ve çocuklarımın haberi olmadan gece eve geldim. Onlar içinde bir sürpriz oldu. İçeri girdiğim zaman 87 kilo idim. Cezaevinden çıktığımda 70 kilo idim. İçeride yiyeceklerden uzun süre yemedim. Yemekler çok karışık idi. Kantinden bir şeyler alarak idame etmiştim hayatımı.
HER HAFTA İMZA ATMAK GURURUMA DOKUNDU, YURT DIŞINA ÇIKMAYA KARAR VERDİM
Adli kontrol şartı ile cezaevinden çıktıktan sonra her hafta karakola imzaya gidiyordum. İmza atmak zorunda kalıyordum. O imza beni gerçekten sıkıyordu. Cezaevinde tekrar yatması gerekiyor gibi bir algı ile her hafta bir imza atılıyordu. O benim gururuma ve onuruma da hiç yakışmıyordu. Ben gerçekten onu kabul edemedim. Yurtdışına çıkmamda bu imza etkili oldu. İş arayışımda da hiçbir sonuç alamadım. Ankara Adliyesine gidip hakkımda dosyanın detaylarını öğrenmek istediğimde savcı benim karşıma çıkıp konuşamadı. Çünkü davanın içi boş idi. 15 Temmuz’dan ülkeyi terk edeceğim güne kadar Türkiye daha da gerilemişti. Çünkü daha fazla insan hakları ihlalleri olmuştu. Daha fazla mağduriyetler söz konusu idi. Zulüm hiçbir şekilde azalmamıştı. Daha doğrusu artarak devam ediyordu. O günün Türkiye’sinde yaşamak gerçekten çok zor idi. Cezaevinden çıktıktan sonra 2-3 ay iş arayışlarım oldu. Ama Türkiye’de iş bulamadım. Ekonomide her geçen gün kötüleşiyordu. Onun dışında bayağı zorluk yaşadım.
TÜRKİYE’DE YAŞANTIMIZI SÜRDÜRMENİN İMKANSIZ OLDUĞUNU ANLADIK
Bu şartlar altında Türkiye’de yaşantımızı sürdürmenin imkânsız olduğunu anladık. Çünkü banka hesaplarım bile dondurulmuştu. Tüm kredi kartlarım iptal edilmişti. Bütün hayatımı dondurmuşlardı. Beni içeriye atarak hayatımı dondurmamışlardı.
Tabiri caiz ise eliniz kolunuz bağlı olarak beni hiçliğe mahkûm etmişlerdi. Daha sonra eşimle çıkmaya karar verdik. Çıkmakta kolay olmadı. Eşimin hakkında da yurtdışı çıkış yasağı koymuşlardı. Eşim Maliye Bakanlığı’nda görevde idi. Onun hiçbir sıkıntısı yoktu. Hatta çıkana kadar çalışıyordu. Kendisi de sürdürebilir bir durum göremiyordu. Eşimin yasağının kalkması ile çocuklar ile direkt Hollanda’ya geldiler. Beni burada beklemeye koyuldular. 4-5 ay benim gelmemi beklediler.
ANNEM HER ZAMAN ‘OĞLUM HER ZAMAN ÖNÜNÜZE BAKIN, ARKAYA DÖNÜP BAKMAYIN’ DERDİ
Benim annemin bir sözü var idi. Oğlum her zaman önünüze bakın. Arkaya dönüp bakmayın derdi. Ben geçerken hep önüme baktım. Tabii ki arkamızda prangalarımız vardı, bizi tutup çeken ağlar var idi. Ama biz artık önümüze bakmak zorunda idik. Çünkü Türkiye bizim için acı ıstırap ve çile mekânı olmuştu. Allah’ın arzı size geniş değil mi? Buyrulduğu gibi, yani onu yaşamak nasipmiş. Bunu diyerek arkaya hiç bakmadım.
HOLLANDA’YA GÖNDERDİĞİM EŞİM VE KIZLARIM BENİ BEKLİYORLARDI
15 ay kalmıştım Sincan T Tipi Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda. Uzun tutukluluk süresi göz önünde bulundurularak, adli kontrol şartıyla salıverildim. Saatlerin aşırılaştığı mahpustan. Aklım boşlukta dönen çark gibi kararsızdı. 2 yılda iddianamesi dahi hazırlanmayan davama adaletin sirayet etmesi mümkün görünmüyordu. Hukuk boynu sıkılmış kuş gibi çırpınıyordu. Göçmen kuşlar gibi uçup kurtulmalıydım sert geçen kıştan. Gitmeliydim başka diyarlara. Yurt dışı yasağı konduğu için bu gidiş elbette ki normal bir çıkış olmayacaktı. Her şeye rağmen sıkıştığım mengene arasında inleyip durmak istemiyordum. Daha önce Hollanda’ya gönderdiğim iki kızım ve eşim de bekliyordu beni bir özlem içinde. Her tarafımda taşkın bir hüzün vardı. Bu hüzün stresle iç içe geçmişti. Sonunda kaçakçının yardım edecek arkadaşlarıyla birlikte, Meriç kıyısına yakın bir yere geldik. Meriç’in kabaran yüklü uğultusunu henüz duyamıyordum.
Halbuki indiğimiz yerden 10 dakika kadar yürüyünce varacaktık Meriç’in coşkun sularına. Aradan 1 saat geçmesine rağmen yürümemiz istenilen neticeyi vermedi. Tüm çabalarımıza rağmen bir türlü ulaşamadık Meriç’e. Kaybolduğumuzu anladım. Kesif bir duman sarıverdi düşüncemi. Bir sekine rahatlığı içimde gezmesine rağmen. Eğer yolu bulamazsak yakalanmadan geriye nasıl dönebilirimin tasası, tortu gibi çöktü beynimin dibine. Belirsizliğin yorgunluğunu kalbim kan yerine pompalıyordu vücuduma. Bu ara sivrisinek istilası da işin cabasıydı. Çamura batıp çıkan ayaklar kadar perişandım. Bu dağılmışlığa tam ümitsizlik çökmüştü ki bir anda karşı karşıya geldik Meriç’le. Sonradan anlaşıldı ki kaçakçılar bu yolu ilk defa deneyecekleri için kaybolmuştuk. Neyse ki donuklaşan yüzüme bir anda neşe geldi. Kalbime yıldız yağdı pırıl pırıl. Sevincimden ışığın hazzını hissediyordum. Biraz da olsa acıyan zihnim toparladı kendini. Şişen botla taşkın suları aşarak geçtik karşıya. Kaçakçılarla ayrılmıştı artık yollarımız. Suyun azıcık ötesinde kulağıma gelen sesleri anlamıyordum. Köpek sesleri ve köpekleri yönlendiren Yunan’ca konuşma sesleri geliyordu. Devriye gezen Yunan polislerinden. Çamur olan ayakkabılarımı nehrin sularıyla yıkarken aklımda bir çağrı, Yunan polisine yakalanmamanın planını yapıyordu. Islak ayakkabının ayazının bütün tenimi titrettiği anlarda. Üzerimdeki ıslak ve çamurlu kıyafetleri çıkardıktan sonra nehrin kenarına bırakıp, giydiğim yeni kıyafetlerle hırçın su sesini geride bırakarak uzaklaşmaya başladım. Tebdili kıyafetimi Yunan polisine yakalanmamak için alışık olmadığım tarzda yaptım. Suyun ses tonunun kulağımda yavaş yavaş azalması, daha sonra bir kulak çınlaması gibi kesilivermesi, nehir kıyısına epeyce mesafe koyduğumu gösteriyordu. Ele geçip kamp koşullarını yaşamadan bir an önce Atina’ya ulaşmak isteği bitkinliğime can veriyordu. Sonunda bir kasabaya vardım. Günlerden Pazar. Sessizliğin rengini çan sesleri biraz değiştirse de herkes belli ki uykudaydı. Açlık yavaş yavaş diğer hislerime galip gelmeye başladı. Gördüğüm açık bir kafenin koltuklarına tüm yorgunluğumu bıraktım. Bir kahve ve poğaça ile. Telaşım biraz dindi. Hayat yaşanılası göründü bir anda gözüme. Ama hala bir arapsaçının içindeydim. Acıyan yanlarımı telafi etmeye çalışıyordum. Nitekim trene binip güneşin ufuktan çekildiği anda Atina’ya yakalanmadan vardım. Ülkeler ve kentler arası kaçak gidiş gelişlerim devam ediyordu. Yolculuğun son safhası olan Avrupa’ya geçiş zamanı gelmişti. Atina’da bu yönde uğraşım başlamıştı.
YUNANİSTAN’DA HAPİS GÜNLERİ
Günler aksa da benim için yavaş görünüyordu. Belki de ben acele ediyordum. Atina’da günlerin bir kamçı gibi sırtımda şakıyacağı hiç aklıma gelmemişti. Nede olsa kalabalıkta dikkat çekmeyeceğim büyük bir şehirdi. Üç uzun gün bitmişti bu şehirde. Kaçak yaşamımla birlikte. Birer birer önümden geçen bu üç günün sonunda polisin kimlik kontrolüne yakalandım. Oltaya düşen balık gibi. Nitekim kısa sorgulamanın neticesinde çaresiz nezareti boyladım. Zamanın bir tokatı daha iz bırakmıştı yanağımda. Bir anda gökler karanlık, yerler ise çukur göründü gözüme. Belki de Türkiye’de 15 aylık Sincan Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda geçirdiğim sürenin psikolojisine düştüm yeniden. Yaprak gibi dökülsün, kar gibi erisin istiyordum günlerim. Bu esaret günlerin ejderha ateşinden çabucak kurtulmaktı tek dileğim. Bir yılanın dili gibi yalıyordu saatler beni.
Kimseye de haber veremedim durumumu. Telefonuma el koymuşlardı. Rica ve minnet kelimelerim sonunda netice verdi. Yakaladığım bu fırsatı ailemi ve arkadaşımı arayarak halimi bildirdim. Durumumdan birilerinin haberdar olması kurtuluş ümidiydi benim için. İçimdeki kışın bir an evvel bahara uzanmasını istiyordum.
Erir hasret gözlerimden gönlüme,
Yakına dokunan uzak nerede?
Dedim rengin niye soldu bu yerde,
Kışıma bir bahar veren gülüme.
Her gün bir parçamı alıp götüren günler sonrası bir avukat geldi. Güzel sözleriyle beni rahatlatmaya çalışıyordu. Fakat 2 haftaya çıkarsın dediği an fırtınanın savurduğu ağaç gibi yıkıldım. Zaten günlerdir güneşin keyifli aydınlığından uzaktım. Koşulları zor olan bu mekanda değil 2 hafta 2 gün bile kalmak istemiyordum. Tepesinde havalandırma pencereleri olan, elektrikle aydınlatılan bu loş ortamda yaşamak ölümcül bir uçurum görünüyordu gözüme.
En çok da yemek yemede zorlanıyordum. Günlerce portakal ekmek veya ekmek arası kakaolu bisküvi yedim. Sanki kader geride izler kalsın dercesine günlerin oklarını saplıyordu kalbime.
Nezaretteyken kaçıncı gün olduğunu hatırlayamadığım bir anda kronik migrenimin etkisiyle baş ağrım başladı. Ruh halim, içerinin havası ve düzensiz beslenme tetiklemişti şakaklarımdaki zonklamayı. Nörolojik bir hastalık olan migren için tüm sebepler hazırdı bu mekanda. Ağrı ile birlikte ortaya çıkan bulantı, kusma gibi yüksek dalgalı sesimi işiten polis memurları hemen yanı başıma gelip kifayetsiz kelime ve işaretlerimle durumumu anlamaya çalışıyorlardı. Bildiğiniz kelimelerin ülkenizin dışında nasıl da güç kaybına uğradığına şahit olmuştum. Çırpına çırpına işaret diliyle birazdan geçeceğini söylesem de inandıramadım.
Polislerin yardımıyla karakolun salonuna doğru yalpalayan bedenim bulduğu ilk sandalyeye oturup, açılan camdan gelen temiz havayı solumaya başladı. Biraz kendime gelip kucakladığım boşluktan sıyrıldım. Sonra Israr etmeleri üzerine Atina Devlet Hastanesi’nin acil bölümüne iki polis eşliğinde gittik. Hastane oldukça kalabalıktı, fiziki koşullar da bir hayli yetersizdi. Etrafımda hastalar için adeta kanatlanan doktorlar vardı. Ama hastaların yardımına yetişmekte zorlanıyorlardı. Ben ise kanatlarını açmayı unutan kuşlar gibi etrafı seyre dalmıştım. Benimle ilgilenen polislerden genç olanı Marco, uyanık ve girişken bir tipti. Yaşça ileri olan Stavro ise sanki bir emanetmiş gibi ciddiyeti yüzünden eksik etmiyordu.
Marco düşünceli bir duruşun ardından kalabalığı yararak kollarımın üzerindeki eliyle beni de yönlendirerek, o gün bana tam teşekküllü check-up yaptırdı. Bu da benim sana iyiliğim olsun der gibi. Gittiğimiz her doktora bu adam Türkiye’den siyasi bir ilticacı yardımcı olalım dediği an, tüm sağlık personeli üst düzey bir yetkili gelmişçesine ilgilenmeye başlıyorlardı benimle. Tetkikler sonucunda Marco durumu el işaretiyle good/okey diyerek özetledi. Ağrı kesici bir iğne ile günü tamamladım. Zihnimdeki bilgileri sorguluyordum. Yıllarca bize kasap gibi anlatılan barbar Yunanlılar bunlar mıydı? Acaba suçsuz yere beni işimden atanlar, aylarca mahpuslarda tutanlar, beni gurbetin kollarına itenler mi daha zalim ve barbardı yoksa Yunanlılar mı?
Hürriyetten yoksun 1 ayım geride kalmıştı. Deport olma tehlikesini atlatmıştım. Asilyum kartıyla ön iltica işlemlerim başladı. Bu ara yılmadan bir şekilde Hollanda’ya geçmeye çalışıyordum. Tam 4 ay sonra aileme kavuşabilmiştim. ‘Medeniyetleri kuran büyük göç dalgalardır’ sözüne inanarak. Efendimiz Sallallahu Aleyhi Vesellem’in “Allah’ım! Bizi mübarek bir menzile yerleştir. Sen yerleştirenlerin en hayırlısısın.” Hz.Ali’ye buyurduğu duayla başladım, sıfırdan her şeye..”
ZULMÜ ANLATMAK BOYNUMUZUN BORCU
Hollanda’da mülteci merkezinde kalmalarının ardından yerleşik hayata geçtiklerini aktaran Erdil, gelecek planlarını ise şöyle anlatıyor: “Bu konuda bizlere şairlere, ressamlara ve sanatçılara zulmü duyurma adına çok büyük görevler düşüyor. Kendimde şiiri derdimizi anlatma açısından bir fırsat olarak görüyorum. Yaşadığımız zulüm ile ortaya konan eserler arasında ciddi bir orantısızlık var yani çok az çalışmalar. Bugün sanatkara sanat yapmak düşüyor. Şaire şiir yazmak düşüyor. Şiir bir çığlıktır bir haykırıştır ve bize haykırmak düşürüyor. Bugün bunlar son derece önemli. Zulmü anlatmak boynumuzun borcu. Adalet temalı bir şiir üzerinde çalışıyorum şuan. Şiirlerimin Hollandaca olmasını istiyorum. Bir ek olarak Hollanda’da yayımlayacağımız, yaşadığımız ve yaşanan zulmü anlatma adına kısa film adına güzel bir çalışma içerisindeyiz. Hollandalı sinemacı bir dostların katkılarıyla; Özellikle Meriç geçişli mağduriyetleri öne çıkararak bir kısa filmi için çalışmaktayız. Yazarlığını üstlendiğim yaza bitirmeyi hedeflediğimiz bir çalışma. Çünkü vefa adına ve daha güçlü bir şekilde yaşananların anlatılması gerektiğini düşünüyorum. Bu konuda Hollandalı dostlarımdan çok güzel geri dönüşler oldu. Gerçek öykülerden oluşan bir film olacak. Bunun yanında şiirlerimde devam ediyor. Amsterdam şiirlerimde bunlardan biri. Bu açıdan şiir çalışmaları da devam edecek. Bu hafta Zindanda Yıldızsız Geceler şiirimi yayınladım. https://youtu.be/KZaQgN05uwQ ve https://www.antoloji.com/servet-erdil/ isimli kanalımda Türkçe, Kürtçe, Hollandaca ve İngilizce dillerinde dünyaya zulümleri daha iyi anlatabilme adına çalışmalarımız olacak.”
TR724
RÖPORTAJ: BASRİ DOĞAN
KAMERA: ALPEREN DOĞAN
Kaynak: http://aktifhaber.com/15-temmuz/zulmu-anlatmak-boynumuzun-borcu-iskence-cigliklari-altinda-omrumden-omur-gitti-h155969.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder