TR724'ten Gazateci-Yazar Adem Yavuz Arslan'ın analizi şöyle;
Türk-Amerikan ilişkilerinde yaşanan S-400 krizinde gözler Başkan Trump’ta. Malum olduğu üzere Türkiye F-35 projesinden çıkartıldı. Türkiye’nin Rus yapımı S-400 alması halinde F-35 projesinden çıkartılması yönünde ABD Kongresi’nden çıkmış kararlar olduğu için bu yaptırım sürpriz olmadı.
Ancak hem Ankara’da hem Washington’da cevabı aranan soru “bir sonraki adımın”, yani Türkiye’ye karşı CAATSA’yı (Amerika’nın Hasımlarıyla Yaptırımlar Yoluyla Mücadele Yasası) uygulanıp uygulanmayacağı, uygulanırsa Trump’ın hangi maddeleri seçeceği.
Durumun hala netleşmemesi biraz da Trump’ın siyaset tarzından kaynaklanıyor. Zira Trump aynı cümle içinde hem “Türkiye’ye yaptırım uygulamayacağını” hem de “yaptırım üzerine çalıştıklarını” söyleyebiliyor.
Şu aşamada gelinen noktayı şöyle özetleyebiliriz: Trump krizin kaynağı olarak Obama’yı suçlayarak süreci zamana yayma eğiliminde. Erdoğan ile frekansları uyuyor ve Trump’ın kendisine kalsa hiçbir yaptırım uygulamayabilir.
Ancak Amerikan başkanı da olsanız uymanız gereken kurallar var ve ABD Kongresi’nde, Pentagon’da Türkiye’ye yaptırım uygulanması yönünde çok güçlü bir rüzgar var.
Ben bu yazıyı yazarken Trump, Beyaz Saray’da Cumhuriyetçi senatörlerle Türkiye’ye uygulanması planlanan yaptırımları tartışıyordu. Bu toplantı sonrası sürecin netleşmesi bekleniyor.
Washington’daki yaygın kanı Trump’ın CAATSA yaptırımlarından en hafif olanları seçip, süreci de zamana yayarak durumu idare edeceği yönünde. Ancak burada belirleyici olacak olan Kongre’nin alacağı tavır.
Çünkü Trump’ın zamana yayma stratejisi Kongre’yi yeni bir inisiyatif almaya itebilir ve daha ağır bir yaptırım paketi Trump’ın veto edemeyeceği bir çoğunlukla yasalaşabilir.
Türkiye tarafı ise iki boyutlu bir plan uyguluyor.
Resmi kanallar daha yapıcı bir dil kullanırken, ‘off the record’ demeç veren bürokratlar ve siyasiler ‘rest çeken’ bir üslup tercih ediyor. Mesela ABD medyasına konuşan ‘üst düzey bir Türk yetkili’ ‘ABD’nin Türkiye’ye ambargo uygulamayacağı, Türkiye’nin çok önemli bir stratejik konumda olduğu ve ABD’nin Türkiye’yi kaybetmeyi göze alamayacağını’ iddia etti.
TÜRKİYE GÜLEN’İN DARBEYLE İLGİSİ OLMADIĞINI TEYİT ETMİŞ
Yazıya S-400 meselesi ile girdim ancak dikkatinizi çekmek istediğim başka bir konu var.
Geçtiğimiz hafta boyunca devam eden ve bu yazıyı yazdığım saatlerde jürinin karar için toplandığı “Gülen’i kaçırma davası”nda çok önemli detaylar vardı.
Tabi ki Türk medyası (Kronos’tan Sıtkı Özcan hariç) davayı izlemedi. Dolayısıyla her biri ayrı bir manşet olan detayları görmedi, duymadı. Oysa ki başta Fethullah Gülen’in Türkiye’ye iadesi olmak üzere çok tartışılan konulara dair önemli detaylar vardı.
Özellikle de Erdoğan rejiminin ABD’de çevirdiği, çevirmeye çalıştığı ‘dolaplara’ dair birinci elden bilgi edindik.
Konunun daha iyi anlaşılması için kısa bir özet geçmekte fayda var: Her ne kadar “Gülen’i kaçırma davası” olarak bilinse de, davada aslında İran asıllı Amerikalı işadamı Bijan Kian “Türk hükümeti adına yasa dışı lobicilik yapmakla” suçlanıyor. Davayı orijinal kılan ise Erdoğan’ın yakın halkasından isimlerin olaya karışması.
Bijan Kian ile kısa bir dönem Trump’ın ulusal güvenlik danışmanlığını yapan Michael Flynn iş ortağı. Bir diğer ortakları ise Türk işadamı Ekim Alptekin. Ekim Alptekin, Erdoğan rejimine yakınlığı ile biliniyor.
Mahkemeye sunulan bilgi ve belgelere göre eski Başbakan Binali Yıldırım, Bakanlar Berat Albayrak, Mevlüt Çavuşoğlu ve Nihat Zeybekçi de “çevrilen ve çevrilmeye çalışılan dolaplara” dahil olmuş.
Özetle Fethullah Gülen’i Amerikan kamuoyu önünde kötüleyip Türkiye’ye iadesini sağlamayı hedeflemişler. Bunun için Michael Flynn imzasıyla Washington’un politika haberleriyle bilinen yayın organı The Hill’de yazı çıkartmışlar. Kara propaganda siteleri, belgeseller ve sanal oyun karakterleri üretmişler. Yargılamaya konu faaliyetler hakkında ABD makamlarına yalan söylemişler.
Savcılar yargılama esnasında bu işlere dair delillerini mahkeme huzuruna getirdi.
Bunlara daha sonra geleceğim ancak mahkemenin ilk günü yaşanan çok önemli bir gelişme oldu ki, bence davanın kendisi kadar konuşulmayı hak ediyor.
Amerikan hukuk sisteminde bir sanığın suçlu olup olmadığına hakim değil jüri karar veriyor. O yüzden savcıların hedefi jüriyi ikna etmek. Karar ise oy birliği ile alındığı için 12 kişilik jüri heyetinin şüpheye mahal bırakmayacak şekilde ikna edilmesi gerekiyor. Yani savcılar çok sağlam delillerle gelmek zorunda.
Virginia Bölge Savcısı John Gibbs, davayı anlatan sunum yaptıktan sonra kürsüye ABD Adalet Bakanlığı Dış İlişkiler Ofisi’nden Jeffrey Olson’u çıkardı. Olson jüriye Fethullah Gülen’in iadesi ile ilgili sürece dair bilgiler verdi.
Özetle Olson, Türkiye’nin 15 Temmuz darbe girişiminin hemen ardından Gülen’in “önlem olarak tutuklanması”na dair bir talep gönderdiğini ancak herhangi bir delil ve talebi destekleyen bir kanıt olmadığını, dolayısıyla da ret cevabı verildiğini anlattı. Olson Türkiye’nin 23 Temmuz 2016’da Dışişleri Bakanlığı üzerinden Türkiye’ye iade talebi yolladığını ancak bu talep yazısında da delil mahiyetli belge olmadığını, talebin 15 Temmuz’la değil “paralel devlet yapılanması” iddiası ile ilgili olduğunu söyledi.
Bu arada ilginç bir detay daha öğrendik. Meğerse Türkiye’nin “80 koli evrak yolladık” dediği dosyaların çoğu Havuz medyasından derlenmiş kupürlermiş. Daha da ilginç olanı bir çoğu Türkçe yollanmış. ABD heyeti oturmuş bu dosyaları incelemiş. Olson “çok sayfa vardı ama kanıt yoktu” dedi.
Olson’un anlatımlarına göre bu durum Türk hükümeti yetkililerine defalarca iletilmiş. Hatta bir adım daha atıp “delil nasıl toplanır, iade dosyası nasıl hazırlanır” diye anlatmak için Türkiye’ye heyet gönderildiğini anlattı. Olson, “Ağustos 2016’da Ankara’ya uzmanlardan oluşan bir ekip yolladık. Pek çok sorumuz vardı. Bize tatmin edici cevaplar sunabilmeleri için çok uğraştık. Bu kez Eylül 2016’da darbeyle alakalı bir ‘önleyici tutuklama talebi’ gönderdiler. Ancak muhtemel şüphe için yine yeterli delil yoktu,” dedi.
Bu aşamada durup Olson’un anlattıklarını analiz etmek gerekiyor.
Gerçi bunlar az çok kulis bilgisi olarak ABD medyasına yansımıştı ama ABD’de başlayan ve içinde Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı Michael Flynn, Fethullah Gülen, Tayyip Erdoğan ve Binali Yıldırım gibi isimlerin geçtiği bir davada mahkeme kayıtlarına girdi.
Buna göre, Erdoğan rejimi Gülen Cemaati’ni 17 Aralık 2013 sonrası “terörist” ilan etse de Gülen’e dair ilk resmi başvuruyu 3 yıl sonra, tam da 15 Temmuz darbe girişiminin hemen akabinde yapıyor.
Bu durum 15 Temmuz’un Erdoğan tarafından kurgulandığı tezini destekliyor. 3 yıl boyunca harekete geçmeyip tam da 15 Temmuz haftası adım atıyorlar. Üstelik 15 Temmuz Cuma günüydü. Araya hafta sonu girdi. O hengamede bu dosya nasıl ve kimler tarafından hazırlandı da takip eden Pazartesi günü ABD makamlarına sunuldu?
Devam edelim.
Erdoğan rejiminin sunduğu dosya darbe değil “paralel devlet yapılanması” iddiasını içeriyor. Daha darbenin ilk saatlerinde Gülen’i ve Cemaat’i fail olarak ilan eden Erdoğan, ABD ye sunduğu dosyaya bu konuda neden bir belge koymaz?
Olson’un mahkemede söyledikleri 15 Temmuz’a dair bir başka efsaneyi de çökertti.
Erdoğan rejimi, ABD’nin darbenin arkasında olduğunu ve asla Gülen’i iade etmeyeceğini söylüyordu. Ancak ABD makamları gayet açık bir şekilde “verin somut bir belge süreci başlatalım” demiş. Hatta bakmışlar Türkiye’den elle tutulur bir şey gelmiyor Ankara’ya ekip yollayıp “iade dosyası nasıl hazırlanır” öğretmişler.
Fakat gelin görün ki Ankara’dan yine delil gelmemiş. Onun yerine, tercüme dahil edilmeden Havuz medyasının haberlerinden derlenmiş binlerce sayfalık dosyalar gönderilmiş.
Bu yargılamanın konusu olmadığı için Olson anlatmamış ama ABD yönetimi Türkiye’ye ikinci bir heyet daha yolladı. O heyet 15 Temmuz’a dair birinci elden görüşmeler, sorgulamalar yaptı.
Gelinen noktaya bakar mısınız?
Erdoğan sabah akşam “Gülen’i bize verin” diyor ama ABD’ye 15 Temmuz darbe girişiminde rolü olduğuna dair somut bir veri sunamıyor. ABD’ye gönderdikleri dosya ile adeta Gülen’in darbeyle bağı olmadığını teyit ediyor.
Savcının tezi de bu sonuç üzerine kurulu. Mealen diyor ki, “Gülen’i yasal yollardan alamayacaklarını bildikleri için kara propaganda yöntemlerine başvurdular, kaçırma planları yaptılar.”
Bu noktada savcının elinde hayli materyal var. Özellikle Michael Flynn, Bijan Kian ve Ekim Alptekin arasında yapılan yazışmalar, Skype görüşmeleri ilginç.
Daha önce savcı ile anlaşan Flynn’in bildiklerini anlatma konusunda cömert davrandığı görülebiliyor.
Mesela Ekim Alptekin, 8 Ekim 2016’da Flynn’in ortağı Kian’a mesaj atıyor ve Binali Yıldırım’ın odasından çıktığını, başbakanın onay verdiğini söylüyor. Savcı hiçbir şeyi boş bırakmamış. Bu mesajdan hemen sonra Alptekin, Kian’dan banka hesap numarasını istiyor ve bir sonraki gün Kian’ın hesabına Türkiye’den 200 bin dolar transfer ediliyor.
Bu belgelerde bir şeyi daha öğreniyoruz.
Ekim Alptekin’in para trafikleri hayli karışık. Ancak net olan bir şey var: Alptekin, Flynn Grubu’na ödenen paradan yüzde 20 komisyon almış.
Savcıya göre Alptekin, Michael Flynn üzerinden illegal olarak ABD hükümeti ve kamuoyunu etkilemek için Türk hükümeti ile Bijan Kian arasında köprü görevi gördü ve bunun için yüzde 20 komisyon aldı.
Dediğim gibi, mahkeme kayıtları Erdoğan rejiminin yoğurt yeme tarzına dair çok değerli bilgiler içeriyor. Mesela bir başka ayrıntı şu: Alptekin, Gülen aleyhine sahte delil üretilmesi talimat vermiş.
Savcılığın tanık olarak getirdiği eski FBI ajanı Brian McCauley, Alptekin’in kendisinden sahte delil üretmesini istediğini anlattı. Alptekin ayrıca Washington’daki bazı Cemaat mensuplarının takip edilmesi, telefonlarının dinlenmesi talimatını da vermiş.
Mahkeme sırasında meşhur “Gülen’i kaçırma toplantısı”na dair detayları da öğrenmiş olduk.
McCauley’in anlatımlarına göre Eylül 2016’da New York’ta yapılan bir toplantıda Berat Albayrak, Mevlüt Çavuşoğlu ve Ekim Alptekin eski CIA başkanı James Woolsey’den Gülen’in kaçırılmasını talep ediyor. Woolsey bir TV programında Türk yetkililerle yaptığı bu toplantıda Gülen’in Pensilvanya’dan kaçırılarak Türkiye’ye götürülmesinin konuşulduğunu anlatmıştı zaten.
Bu arada Nedim Şener’lerin “belgesel” diye satmaya çalıştıkları projenin gerçek hikayesi de ortaya dökülmüş oldu. Söz konusu belgeselin kim tarafından finanse edildiği, amacının ne olduğu, hangi usullerle çalışıldığı bizzat projeyi yürüten kişilerce mahkeme huzurunda anlatıldı.
MAHKEMELER BİZE NE ANLATIYOR?
Daha önce New York’ta görülen Halkbank davasında olduğu gibi Virginia’daki “Gülen’i kaçırma davası” da Erdoğan rejiminin “hikayesini” çökerten deliller getirdi. Halkbank davası 17 Aralık’a dair Erdoğan’ın “darbe girişimi” tezini daha ilk günden yerle bir etmiş, parası Türkiye tarafından ödenen avukatlar 17 Aralık’taki rüşvet iddialarını teyit etmişti.
Bu mahkemede de “darbenin ardında Amerika’nın olduğu, Türkiye’nin 80 koli delil vermesine rağmen ABD’nin Gülen’i vermediği” tezi boşa çıktı. Birincisi Türkiye somut tek bir delil sunmamış. İkincisi ABD’liler Gülen’i koruyup kollamadıkları gibi Ankara’ya ekip yollayarak “dosya nasıl hazırlanır” anlatmışlar. Üçüncüsü Erdoğan rejiminin sahte delil üretmek, kara propaganda yapmak ve adam kaçırmak gibi illegal işleri yapmaktan, planlamaktan çekinmediğini göstermiş oldu.
Eğer, “17 Aralıktaki iddiaların doğru çıkması Cemaat’i aklamaz” diyen Ruşen Çakır gibilerden değilseniz bu mahkemelerden çıkan sonuçların size bir şey ifade etmesi lazım.
Kaynak: TR724
Kaynak: http://aktifhaber.com/15-temmuz/turkiye-gulenle-15-temmuz-iliskisine-dair-delil-sunamamis-h135285.html
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder